Muhammed Rebhami hazretleri buyurdu ki: “Haramları, büyük günah ve küçük günah diye ikiye ayırmışlar ise de, küçük günahlardan da, büyük günah gibi kaçınmak, hiçbir günahı küçümsememek gerektir. Çünkü, Allahü teâlâ, istediğini yapmakta hiç kimseden çekinmez. Gazabını günahlar içinde gizlemiştir. Küçük sanılan bir günah, intikamına, gadabına sebep olabilir.”
İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: “Çok kimse, dünyadaki şeylerden çoğunu haram sanır. Burada, insanlar üç türlüdür: Bir kısmı verada ileri gidip, yalnız meyve, balık, av eti gibi şüpheli olmayan şeyleri yeriz der. Bir kısmı da, tembel, miskin oturup, her istediğimizi yeriz, hiçbir şey ayırt etmeyiz der. Üçüncü kısım, her şey yemeli amma, lüzumu kadar, der. Bunların üçü de yanılmaktadır. Doğrusu şöyledir ki: Helal meydandadır. Haram meydandadır. Şüpheliler ikisi arasındadır. Kıyamete kadar böyledir.”
Şunu iyi bilmelidir ki, insanlara, “Muhakkak helal olan, Allahü teâlânın helal bildiği şeyleri yiyiniz!” diye emrolunmadı. Bunu kimse yapamaz. Belki, “Helal olduğunu bildiğinizi yiyiniz!” denildi. Haram olduğu meydanda olmayan şeyleri yiyiniz denildi ki, bunu herkes yapabilir.
Nitekim, Resulullah efendimiz bir müşrikin su kabından abdest aldı. Hazreti Ömer, Hristiyan kadının testisinden abdest aldı. Eshabı kiram, kafirlerin verdiği suyu içerlerdi. Halbuki, pis, necis olan şeyleri yemek haramdır. Kafirler ise, çok kere pis olur. Elleri ve kapları şaraplı olur. Hepsi leş yerler. Yani, Besmelesiz kesilen veya kesilmeyip başka suretle öldürülen hayvanları yerler. Fakat, pisliği görülmedikçe, temiz deyip yerlerdi. Aldıkları kafir şehirlerinde, kitaplı kafirlerden et, peynir satın alır, yerlerdi. Halbuki, o şehirlerde Müslüman olmayanlar arasında içki satan, faiz alıp veren ve dünyaya gönül bağlayan yok değildi.
Müslüman kendini sıkıntıya sokmamalıdır. Herkesin elinde bulunanın, kendi malı olduğunu kabul etmelidir. Haram olduğunu gösteren bir nişan bulunmadıkca, helal bilmeli ve satın almalıdır...
Nefsin gıdası haramlardır!
İbadet yapmamak, günahlardan kaçmamak insanın kalbini karartır, zamanla küfre sokar, kâfir olur. Günahların hepsi Allahü teâlânın emrini yapmamak olduğundan büyüktür.
Nefsin gıdası haramlardır. Nefs-i emmare ise kâfirdir ve ahmaktır. Her isteği kendi aleyhine, zararınadır. Bu yüzden onun isteklerini yapıp, gıdasını vermemeli, yani haram, günah işlememelidir. Nefs ve şeytan hakimiyeti ele geçirirse, insan istemese bile, kendini günahlardan alıkoyamaz, bile bile işler.
İbni Münkedir hazretleri ölüm döşeğinde ağlıyordu. Sebebini sordular. “Kasten büyük bir günah işlemedim. Önemsiz saydığım küçük bir günah, Allahü teâlânın gazabına sebep olduysa diye korktuğum için ağlıyorum” dedi.
İşte böyle korkular Müslümanın kurtuluşuna sebeptir. Çünkü hadis-i şerifte, “Allahü teâlâ, kıyamette buyurur ki: Dünyada iken bir gün beni hatırlayıp ananı, benden bir kerecik korkanı, Cehennemden çıkarın” buyuruldu.
Günah işleyince de ümitsizliğe kapılmamalı, hemen tevbe etmelidir. Mümin hem Allahü teâlânın rahmetinden ümidini kesmemeli, hem de Ondan çok korkmalıdır. Hadis-i şerifte “Müminin kalbinde korku ile ümit varsa, Allahü teâlâ onu umduğuna kavuşturur, korktuğundan da emin eder” buyuruldu.
Hem Allahü teâlânın azabından emin olmamalı, hem de Onun rahmetinden ümit kesmemeli!
Ca’fer bin Sinân buyuruyor ki: “Günâh işleyenlerin boynunu bükmesi, ibâdet edenlerin göğsünü kabartmasından daha iyidir.”
Âyet-i kerîmede buyuruldu ki: “Eğer Allahü teâlâ insanları küfür ve günahlarından ötürü dünyada cezalandıracak olsaydı, yer üzerinde tek canlı kalmazdı.” (Nahl 61)
Bir kimse, günahı sebebiyle kendini Cehennemlik olarak görmemelidir. Çünkü Allahü teâlânın affı, rahmeti o kimsenin günahlarından daha büyüktür. Bu bakımdan Allahü teâlânın rahmetinden ümit kesmemeli, ibadetim çok diye azabından emin olmamalıdır. Yani, korku ile ümit arasında olmalı, günahlardan kaçarak ibadete devam etmelidir...
Allahü teâlâ sözünden dönmez!
Namaz kılmanın faziletlerini ve namaz kılanlara verilecek sevapları bildiren hadis-i şerifler çoktur. Ebu Hüreyre hazretleri bildiriyor. Resulullah buyurdu ki: “Beş vakit namaz ve cuma namazı, gelecek cumaya kadar ve ramazan orucu, gelecek ramazana kadar yapılan günahlara kefarettirler. Büyük günah işlemekten sakınanların küçük günahlarının affına sebep olurlar.”
Arada işlenilmiş olan küçük günahlardan kul hakkı bulunmayanları yok ederler. Küçük günahları affedilerek bitmiş olanların, büyük günahları için olan azablarının hafiflemesine sebep olurlar. Büyük günahların affedilmesi için tövbe etmek de lazımdır. Büyük günahı yok ise, derecesinin yükselmesine sebep olurlar. Beş vakit namazı kusurlu olanların affolmasına, cuma namazları sebep olur. Cuma namazları da kusurlu ise, ramazan oruçları sebep olur.
Abdullah ibni Mes’ud hazretleri diyor ki: “Allahü teâlânın ençok hangi ameli sevdiğini Resulullahdan sordum. ‘Vaktinde kılınan namaz’ buyurdu.”
Übade bin Samit hazretleri haber veriyor. “Resulullah buyurdu ki: ‘Allahü teâlâ, beş vakit namaz kılmayı emretti. Bir kimse, güzel abdest alıp, bunları vaktinde kılarsa ve rüku’larını, huşularını tamam yaparsa, Allahü teâlâ, onu affedeceğini söz vermiştir. Bunları yapmayan için söz vermemiştir. Bunu, isterse affeder. İsterse azab yapar.’ Allahü teâlâ sözünden dönmez. Doğru namaz kılanları muhakkak affeder.”
Ebu Zer-i Gıfari hazretleri diyor ki: “Sonbahar günlerinden birinde, Resulullah ile beraber sokağa çıktık. Yapraklar dökülüyordu. Bir ağaçtan iki dal kopardı. Bunların yaprakları hemen döküldü. ‘Ya Eba Zer! Bir Müslüman Allah rızası için namaz kılınca, bu dalların yaprakları döküldüğü gibi, günahları dökülür’ buyurdu.”
Abdüllah bin Amr-ibni As bildirdi. “Resulullah buyurdu ki: Bir kimse, namazı eda ederse, bu namaz kıyamet günü nur ve burhan olur ve Cehennemden kurtulmasına sebep olur. Namazı muhafaza etmezse, nur ve burhan olmaz ve necat bulmaz. Karun ile Fir’avn ile Haman ile ve Übey bin Halef ile birlikte bulunur.”
NOT: Hakk’ın rahmetine kavuşan yazarımız Mehmet Oruç’un vefatından önce kaleme aldığı yazılarını yayınlamaya devam ediyoruz.
RUHUNA FATİHA ALLAH RAHMET EYLESİN.
Târihimizde bilinmesi lüzumlu bazı kilometre taşları -1-
Târihimiz derken “İnsanlık târihi” kasdedilirse, binlerce yıl öncesinden [tâ ilk insan ve ilk Peygamber Hazret-i Âdem’den] başlamamız; “Türk târihi” kasdedilirse, yine binlerce yıl öncesine gitmemiz [tâ Hazret-i Nûh aleyhisselâmın oğlu Yafes’in oğlu Türk’e kadar varmamız]; “İslâm târihi”ni kasdedersek, 14 asır öncesine uzanmamız; ama “Müslümân-Türk’ün târihi”ni nazar-ı dikkate alırsak, Karahanlılar dönemine kadar varmamız gerekecektir. Demek ki, “Kâinâtın ya’nî evrenin târihi” yaratılışla; “insanlık târihi” ise, ilk insan Hazret-i Âdem’in bu dünyâya gönderilmesiyle başlamıştır.
“İslâm” ve “Türk” târihlerine gelecek olursak: “İslâm Târihi [ya’nî İslâm Dîninin Târihi]” de, başlangıç kabûl edeceğimiz mühim hâdiseye göre, çeşitli zamanlarda başlatılabilir: Şöyle ki: İslâm Târihinin başlangıcı için, Hazret-i Peygamber Muhammed (aleyhisselâm)ın doğumu esâs alınırsa, mîlâdî 571’de; O’na Allahü teâlâdan ilk vahyin gelmesi, yâni Peygamberliğinin kendisine bildirilmesi başlangıç kabûl edilirse 610’da; insanları İslâmiyete açıkça da’vet etmesi düşünülürse, 613 senesinde başlar.
İslâm Devleti’nin temelinin atılmasına sebep olan “Hicret” de; İslâm târihinin en mühim hâdiselerinden biri olup, “İslâm Takvîmi”nin başlangıcıdır. Hicret târihi ise, bildiğiniz gibi mîlâdî 622’dir.
[İslâmiyetin, Sevgili Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (aleyhisselâm)a, O’nun tarafından da insanlara bildirilmesi, takrîben 23 hicrî senede [22 sene 2 ay 22 günde] tamâmlanmıştır. Peygamber Efendimize, 610 yılında Mekke’de Hirâ Mağarası’nda gelen ilk vahiyle bildirilen
âyet-i kerîmeler, Kur’ân-ı kerîmin Alak (İkra’) sûresinin ilk beş âyet-i kerîmesidir. Ne kadar enteresan bir durumdur ki, ilk âyetler “Oku” diye başlamaktadır. Zâten ilim öğrenme, bilgi edinme vâsıtalarının başında da ya okuma, ya da dinleme gelmektedir.]
“TARİHİN EN BÜYÜK HADİSESİ”
20-23 (Yirmi-yirmiüç) sene gibi çok kısa bir zamanda, Arabistân halkını, dünyâda bir benzeri görülmemiş üstünlüklere, yüksekliklere ve medeniyete kavuşturan İslâmiyet, 30 (otuz) sene gibi çok kısa bir zaman zarfında da Mezopotamya, Îrân ve Hindistân içlerine, Anadolu’ya, Mısır ve Kuzey Afrika’ya, Kıbrıs’a kadar yayılarak büyük İslâm devletlerinin kurulmasına sebep olmuştur. Aslında yarım asır, devletler târihinde çok kısa bir dönem sayılır.
Amerikalı yazar Stüdart, bu konuda, “İslâm Âleminin Bugünkü Hâli” adıyla Türkçeye tercüme edilen kitabında diyor ki:
“İslâm’ın zuhûru, neredeyse insanlık tarihinde kaydolunan en büyük hâdisedir. İslâm, daha evvel şahsiyet bakımından zayıf olan bir millet ve değer bakımından kıymetsiz bir ülkede zuhûr etti. Daha yirmi-otuz sene geçmeden, uçsuz-bucaksız geniş mülk ve saltanatları parçalayarak, asırlar ve nesiller boyu devam edegelen eski dînleri yıkarak, millet ve kavimlerin içindekilerini değiştirerek, sağlam bünyeli bir âlem (İslâm Âlemi) kurarak yeryüzünün yarısına yayıldı. İslâm’ın ilerleme ve yükselme sırrını ne kadar araştırıp incelersek, o kadar hayrânlığımız artıyor...” [Amerikalı yazarın açıklamaları bu minvâl üzere devâm ediyor.]
Burada şu husûsu belirtelim ki, târihçiler, insanlık tarihinde vukû bulan en garîp hâdisenin, bu [ya’nî insanlık târihinin en büyük hâdisesinin İslâmın zuhûru] olduğunda söz birliği etmişlerdir.
Daha sonraki asırlarda Afrika’nın ortalarına, İspanya’ya, Avrupa içlerine götürülen İslâm dîni ve medeniyeti, gittiği her yerde insanlara adâlet ve emniyet, huzûr ve saâdet dağıttığı gibi, ilmin ve tekniğin en son mahsûllerini de bol bol saçmıştır.
Aslında bu konu çok önemli, ama yerimizin darlığından dolayı, konuya bugün ancak bu kadar temâs edebildik. İnşâallah yarınki makâlemizde bir nebze daha bu konudan bahsedelim...